"F. W. Forester diyor ki, anlaşılmak çok az insana nasip olan bir lükstür. BİZ BU DÜNYAYA ANLAŞILMAK İÇİN DEĞİL, ANLAMAK İÇİN GELDİK. Anlaşılmamanın üzüntüsünü duyacağımıza, bütün gücümüzle başkalarını anlamaya çalışırsak hayat daha da güzelleşecektir."
İlk okuyuşta hayli çarpıcı gelen bu sözler üzerinde birazcık düşündüğümde, verilmek istenen mesajın güçlü bir mantıksal temele oturmadığını, ayrıca evrensel ve içgüdüsel gerçeklerimizle örtüşmediğini görmem zor olmadı.
Zihnimde oluşan birkaç soru, bu savı kolaylıkla çürüttü:
Biz bu dünyaya gerçekten sadece anlamak için mi geldik? Anlaşılma arzumuz (veya içtepimiz) ve bu uğurda harcadığımız onca çaba boşuna mı acaba? Anlaşılmak isteği yaşamın güzelliğini neden bozuyor olsun ki? Yaşamın amacı salt anlamaktan mı ibaret?
Veya her biri eşsiz birer varlık olan ve farklı farklı yeteneklerle donanmış 6,5 milyar insanın kendi içsel derinliklerini keşfetmeye çalışırken fark ettikleri hazinelerinden yansıyan güzellikleri diğer insanların da anlamalarını ve bundan nasiplenmelerini istemeleri -yani anlaşılma çabaları- abesle iştigal mi acaba? Onca şair, ressam, yazar, müzisyen, filozof ve bilim insanı anlaşılmak ve insanlara birtakım mesajlar vermek için değil de, sadece anlamak için mi onca eser üretmişler ve hâlâ üretmekteler?
İşte bu sorulara verdiğim yanıtlar, yukarıdaki sözdeki alıntının fikirsel ve mantıksal değerini maalesef epeyce düşürdü. Anlamak elbette vazgeçilmez çabalarımızdan biri, hatta belki de birincisidir; ancak birincil amaç değildir ve olmamalıdır da. Anlatılamayan veya anlaşılamayan bir anlama, kısırdır, meyvesizdir ve insanoğlunun hem kültürel, hem de ruhsal evrimine katkıda bulunmaktan uzaktır.
Anlamak ve Anlaşılmak, kol kola yürüyen iki dost gibi, insan olmanın temel amaçlarından birini oluştururlar. Ancak, biyolojik bilinç penceresinden bakıldığında ne anlamak, ne de anlaşılmak birincil amaç değildirler.
Örneğin, insan genomunda (genetik şifrelerinde) yazılı olan iki temel amaç;
Yaşamak (beslenerek ve tehlikelerden korunarak ayakta kalmak),
Soyunu sürdürmek, yani üremektir.
Demek ki DNA kitabında, "Ben bu dünyaya anlaşılmak için geldim." cümlesini okuyamazsınız. Ne var ki, beynin mantıksal zekâsını oluşturan seri nöron bağlantılarında(IQ) ve duygusal zekâsını ortaya çıkaran paralel bağlantılarında(EQ), "Hem anlamak, hem anlaşılmak istiyorum." cümlesine sıkça rastlayabilirsiniz.
Eğer doğamızda Anlaşılma isteği var olmasaydı, bugün ulaştığımız bilimsel, teknolojik ve sanatsal düzeye ulaşmamız belki asla mümkün olmayacaktı. Kaldı ki anlaşılmak, zannedildiği kadar zor bir süreç de değildir.
Anlaşılmak dört temel etkene bağlıdır:
Kişinin kendini tam anlamıyla çok iyi ifade edebilmesi,
Karşı tarafın anlama ve algılama yeteneklerinin çok gelişmiş olması,
Tarafların mantıksal, duygusal ve ruhsal zekâ derecelerinin yüksek ve yakın olması,
Tarafların Kültürel altyapılarının yeterli ve yakın olması.
Bu faktörler bir araya geldiğinde anlama-anlaşılma işi kendiliğinden ve sıkıntısız biçimde gerçekleşir.
Anlamak ve anlaşılmak bir madalyonun iki yüzlü gibi, ayrılmaz bir bütünü oluştururlar, diyerek bir başka soruya geçiyorum: ACABA GERÇEKTEN ANLAŞILMAK İSTİYOR MUYUZ? İstiyorsak, ne kadar anlaşılmak istiyoruz? Bir başka deyişle, hangi özelliğimizin veya parçamızın anlaşılmasını istiyoruz? Örneğin, toplum içinde taktığımız maskelerin düşmesini ve gerçek yüzümüzün anlaşılmasını hangimiz ne kadar istiyoruz?
Bence, tüm insanlar bilgelik, erdem, dürüstlük, çalışkanlık, zekâ ve yaratıcılık simgesi olarak seçilip ikonlaştırılmış örnek kişilerin özellikleri çağrıştıracak yanlarını -biraz da abartıyla- dışa vurmak isteyen bir güdünün etkisi altındalar. Evrensel değerlere; destanlardaki, romanlardaki ve filmlerdeki kahramanlara atfedilen üstün özelliklere ve geleneksel yaşam ve düşünce biçimlerine ters düşmeyen her yönlerinin anlaşılmasını; sevgi, özveri, merhamet ve tolerans dolu olduklarını ve kendilerine etiketlerine göre değil, özelliklerine göre değer verilmesini istiyor insanlar. Fakat aynı zamanda tüm bunlara ters düşen bazı negatif yönlerini de saklamak ve kırkıncı odalarda kilitli tutmak gibi bir çaba içindeler.
Burada vurgulamak istediğim nokta şu; ben bunları kınamıyorum: Bütün bu uğraşlarımız insan olmanın özelliklerinden birkaçıdır ve kaçınılmaz sonucudur. Önemli olan, insanları pozitif ve negatif özellikleri ile olduğu gibi kabul etmek; mümkünse çağdaş ilkelere ve süzülüp arınarak bugüne ulaşmış geleneksel değerlere ters düşen yönlerini törpülemeleri için onlara kırıcı olmadan yardımcı olmak ve hata yaptıklarında onlara katlanabilmek, yani tolerans göstermektir. Ancak o zaman belki insanlar daha şeffaf ve doğal davranacak, hem anlama, hem de anlaşılma çabalarımız daha başarılı olacaktır. KENDİMİZİN BİR PARÇASINA SÜREKLİ YABANCI KALMAMIZ sorununu ise belki ruhsal zekâmız (SQ) geliştikçe daha kolay aşabileceğiz.
İnsanlar arası ilişkilerde belki de en temel duygulardan biri Güven duygusudur. Güvenmek için İnanmak, İnanmak için de Anlamak ve Anlaşılmak gerekir.
Herkese önce kendini, sonra başkalarını anlama ve kendi derinliklerini bir biçimde dışarı yansıtabilme yolunda başarılar diliyorum.
Sevdiğim sözler:
“Söyledim Duydu ,
Duydu Anladı,
Anladı İnandı,
İnandı Yaptı,
Yaptı Sürdürecek Sanma!” Anonim
Comments